“Beynelmilel Ehliyet !”

 “Hiç unutmam bi gün yağ kuyruğundayım” 😊

Şaka şaka !

Markette kasa sırasındayım, arkamda bekleyen iki hanımefendinin sohbetini duyuyorum:

Benim oğlan da aldı valla, kolunda bilezik işte”.

“Biz de kurstan hanımlarla alıcaz, belli mi olur piyango vurur, belki bizim bey  de alır, kullanırız ayol”.

Uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımla İstanbul`da buluşuyorum:

“Miço sen bilirsin bu işleri, ben de aldım, aman ne kolaymış”.

“Napıcan sen onu alıp da ?”.

“Aman olsun, kenarda dursun”.

“Çok iyi fikir, bravo !”.

Teyzem:

Miço sen bir ara harıl harıl ders çalışıyordun, her zaman ki gibi yine çok ciddiye aldın di mi ? Ahahaa. Yahu benim kuaför Hatice bile gitmiş, pıt diye almış, valla ben de alıcam, hayat bu belli mi olur, bi gün bana da lazım olur ?”.

Çok bozuluyorum !.

N`oluyor yahu, nereye gitsem aynı konu, herkes ADB alıyor çatır çatır.

Peki, kaç yıl önce ben alırken, yine niye o kadar ders çalıştım diye kendimi; millet nasıl bu kadar kolay alıyor diye de durumu sorgulamaya başlıyorum;


Selimiye, Sardunya, Kaptanlık kutlaması 


Teyzem haklıydı, önceki ehliyetlerimi alırken de üniversite sınavına hazırlanır gibi ders çalışarak hazırlanmıştım hepsine;

İlk sürücü ehliyetimi almak için topladığım belgeler OsmanlıArşivi gibi, hazırlanmam için elime verilen kitaplar bildiğin AnaBritannica idi. Biri öğretiyor diğeri test ediyordu seni, bakalım anlatılanlardan ne anladın diye. Adamlar o kadar net ve sert ki cevap anahtarı bile yok test kitabının son sayfasında. Olsa, kitabın yardımcısını, hatta yardımcının da yardımcısını alırsın, ama yok işte memlekette öyle bir kültür. Saksıyı çalıştır diyorlar yani. Tarzıma uygun buluyorum bu yaklaşımlarını; 8 gidiş 8 geliş şeritli yollardan -25 derecelerde geçeceksin, zincir kullanmak da yasak.

Moskova 







Neyse, koydum aklıma bir kere, alacam ehliyeti. Başladım ders çalışmaya, ama ne çalışma; kurşun kalemlerimle kitaba notlar düşüyorum, fosforlularla önemli yerlerin altını çiziyorum. Gözlerimi kapatıyorum, kendi kendime soruyorum, cevaplıyorum. Artık soruları da ezbere biliyorum. Testleri çözüyorum ama cevaplarımdan emin olamıyorum :). Günler böyle yoğun çalışmayla geçiyor, neredeyse okulu boşlamış vaziyetteyim. Full konsantrasyonla, tam yol devam ediyorum ehliyet sınavıma hazırlanmaya.


Ehliyet sınavı kitaplarımdan birini buldum, 1999

Notlarım :)

Hazır olduğuma kanaat getirildiğinde ön sınava girdim. Bilgisayarda test usulü yaptılar. Dev bir bilgisayar, klavyeye bağlı kırmızı ve yeşil ampul büyüklüğünde butonlar, tepemde polisler.


O yıllarda cep telefonu olsaydı diyorum bazen, Google`da bile bulamadım öyle bir bilgisayar ve  düzenek görselini.







Bir ara size, fotoğraftaki bu özel timin ne olduğunu,  kuçuyu burnuma, o namluyu da şakağıma nasıl dayadıklarını anlatırım :)




Nihayet, pratik derslere girmeye hak kazandım. Sınıfın ortasında bir Vaz, altından girip üstünden çıkarıyorlar, ehliyeti alırsam sanayide işsiz kalmam. İlk yardım dersleri o kadar kapsamlı ki, okuduğum Ekonomi Mühendisliği fakültesinden Tıp fakültesine “çapraz” geçiş yapabilirim, o derece ciddiye alınıyor kaza bela işleri. Eğitmen şoförle trafiğe çıkıyoruz eğitime, adam bir gün çocuk rolünde, bir gün nine oluyor. Hayatın ta kendisini yaşıyoruz adeta trafikte.


VAZ 2101 

Gecem gündüzüm ehliyet kursum, hem yeni kelimeler de öğreniyorum; Türkçe konuşurken bile cümle içinde kullanmadığım, ne olduğunu bile bilmediğim "Krank mili" Rusça kelime hazneme katılıyor mesela. Günler su gibi akıp geçiyor ve ben asıl ehliyet sınavına girmeye hak kazanıyorum. Gidiyorum olay yerine.

Sıram gelince geçiyorum direksiyona.3 Polis memuru da benimle beraber biniyor arabaya. Biri önde yanıma, ikisi arka koltuğa oturuyor. Sınav korkum bir yana, şöyle 3 polisle sınava girmek öte yana.



Yanımdaki beni gözlemleyip not verecek tamam, arkamdaki ikisi ne yapacak kestiremiyorum. Hadi ikinci de yolda sağı solu kollasa diyorum (Acemiyim ya), üçüncü niye var !?. Aklıma gelen tek sebep; ben bunlara ters bir hareket yaparsam, “Üçüncü çakar iğneyi sırtımdan, daha da gidemem bu ülkedenoluyor..

Acemi etiketi 

Чайник (Türkçe okunuşuyla Çaynik), Çaydanlık kelime anlamı. 
Acemi sürücülere "Çaynik" denir ve acemiler arabalarının arka camına bu etiketten yapıştırırlar. Evet, ben de yapıştırmıştım :)


Önce trafiğe kapalı alanda, özenle dizili kukaların arasından türlü dönüş, gidiş, gelişler yapıyorum. Sonra park etmemi istiyorlar, hocam geri geri park etmeyi öğrettiğinden aynısını yapıyorum. Sorunsuz.

Öyle bir disiplinden almışım ki bu park etme dersini,  park edeceğim yer ve kullandığım araç modeli fark etmez; hala kafadan girip park etmekte zorlanırım, illa gerisin geri girilecek o boşluğa.

Kapalı alanda işimiz bitti, trafiğe çıkıyoruz zannederken, son bir figür isteği alıyorum yanımdaki polisten ; Şu rampadan geç !”.

Neeey ?.Kaldırımları 5 cm`i geçmeyen, dümdüz ovaya kurulmuş memlekette yokuş yok ve beni rampada test edecekler  öyle mi ?. Eyvah eyvah. Yine zor yerden geldi.

 

Çaresiz taktım vitese, hafiften verdim gazı, çıktım rampaya. Tam ortasına geldim yokuşun, polis dedi “Stop”. (Dedim hayırdır ?.İçimden tabii içimden)

Böyle kal” diye emretti, ayağım frende bekliyorum, potansiyel iğneci üçüncü polis pat küt indi arabadan, çıkardı cebinden metreyi ve ortadan kayboldu. Yanımdaki polis, “Devam et” diye buyurdu, tatlı bir geçişle kaldırdım arabayı indim rampadan. Dedi “Stop”.

İğneci polis belirdi birden, bindi arabaya, iki eli havada metreyi gösteriyor yanımdakine : “2 cm”.

Yanımda oturan polis, devam et talimatını verdi, çıktık trafiğe.

Aklımdan bin türlü şey geçiyor, nereye gidiyoruz farkında bile değilim, elim ayağım titriyor, derken yanımdaki polisin bana seslenmesiyle kendime geliyorum;

Polis : “Sen nine misin ?”

Ben : “Neden ?”

Polis : “Nineler senin gibi yavaş kullanır, bas gaza !”

Ben : “Emredersiniz komutanım

 Sene 1999 , Moskova`da, Rusça ve askeri bir disiplinle ilk ehliyetimi alıyorum. Üzerinde “Uluslararası” yazıyor ama, hangi uluslar bunlar bilemiyorum. Bir yıl sonra master yapmak üzere New York`a gidiyorum. Aman diyorlar, sakın bu ehliyetle araba kullanma, kabul etmezler, mahkemeye çıkarsın, çok büyük cezalar ödersin. Peki diyorum, başlıyorum yine evrak toplamaya ehliyet başvurusu için. Sağdan soldan bilgi edinip, belgelerimi hazırlayıp gidiyorum ilgili makama. Moskova`dan aldığım uluslararası ehliyetimi de yanıma alıyorum kimseye söylemeden, arkadaşlarım o kadar panik ki, sakla diyorlar ehliyetini, sanki Komünist rejimin elçisiyim de, Kapitalizmin kapısını çalmaya, hatta hesap sormaya gidiyormuşum gibi tedirginler.


Güzelce anlatıyorum derdimi, gösteriyorum uluslararası ehliyetimi de, aaa diyorlar, “You`re welcome”, kursa gitmenize gerek yok, “Sizi sadece sınava alıcaz” 😊.

"Hey gidi Lenin, Stalin ve niceleri, neredeeen nereye.. McDonald`s şube açmaya, Ruslar hamburger yemeye doymuyor 10 senedir, benden söylemesi.. Sonuçta elçiye zeval olmaz diyorum, memur bana yapmam gerekenleri anlatırken içimden".

Moskova, 1990


Nerede bunun kitabı diye soruyorum, çıkarken kapıdan alın diye cevaplıyorlar sorumu. Alıyorum. Ücretsiz, broşürden hallice bir kitapçık. Allah diyorum, bu defa tereyağından kıl çeker gibi,  oldu bu iş, hem de İngilizce. Kısa bir hazırlıktan sonra randevuyla gidiyorum sınav yerine. Beni bir odaya alıyorlar, 
büro masaları, masalarda üst üste klasörler, telefon sesleri zırıl zırıl, Mavi Ay dedektiflik bürosu, NY şubesi tadındaki ambiyansa 10 puan veriyorum. Neredeyse “Yaşasın kapitalizm” diye slogan atıcam; “O neydi öyle diyorum, öğrencisin diye ücretsiz veriyor eğitimi ama burnundan da getiriyor bu “Goministler”, bak bunlar öyle mi ya, “Yatırıyorsun harcı, çat çat yürüyor işler”.

Neyse, çikolata renkli tatlı bir memur gelip, kendisini takip etmemi istiyor, amanın o da nesi, demek her yerde aynı işliyor bu bürokrasi, ortam çok tanıdık geliyor; yine bir bilgisayar, yeşil ve kırmızı tuşlar bu kez ekranda. İçim kıpır kıpır, bu defa çok kolay olacak :).

Temsili foto :)

Bre vicdansızlar, o kitapçıktan tek soru sormadılar !. Kaldım tabii.

Peki ne yaptım ? Tekrar harç yatırdım 😊.

Sonunda ikinci "uluslararası" ehliyetime kavuştum. O memleketten de mezun olunca geldim Türkiye`ye.

Cebimde iki ayrı dünyadan almış olduğum uluslararası ehliyetimle, çıktım İstanbul trafiğine. Daha da ehliyet almaya niyetim yok. İçim rahat. Kendi ülkemdeyim nasıl olsa, derdimi rahatça anlatırım, onlar da bilir zaten uluslararası ehliyetin ne demek olduğunu. 

Arada çevirmelere denk geliyorum,  çıkarıyorum Moskovalı ehliyetimi, en çok buna emek verdiğimden daha geçerli buluyorum kendisini. 

Memur diyor: Bu ney ?”. Sonra ikinci kartımı oynamaya başlıyorum, bu kez de “Ha diyorlar tamam da, senin "Beynel.." den alman lazım, bununla olmaz”.. 

Gidiyorum geliyorum, hep bir izah verme halindeyim, "Beynel" ile başlayan o cümleyi bir türlü çözemiyorum, ama o cümleden sonra "Hadi geç şimdilik" dedikleri anda da derhal uzaklaşıyorum olay yerinden. Sonunda yakın çevreme açıyorum konuyu (Türkiye`de yakın çevrem o dönem,  Annemin arkadaşları):

“Ya ne zaman çevirseler, bey`li mey`li birşeyden bahsediyorlar, oradan almam lazımmış ehliyeti galiba”

“Ne beyi yavrum, tam sorsaydın ya”

“Ne bileyim, zorlamadım işte, geç dediğine şükredip lafı uzatmadan bastım gittim ortalığı bulandırmamak için”.

“Beylikdüzü demiştir onlar sana, sınıra yakın ya, yabancı ehliyetlilere orada işlem yapıyorlardır, sen git Beylikdüzü`ne”.

Kısır tabağımı bitirirken ikna edilmiş buluyorum kendimi, “Beyli” yere gidip ehliyet almam gerektiğine. Ertesi gün düşüyorum yola. Git git bitmiyor yol. Nihayet trafik çevirme noktası görüyorum, duruyorum yanlarında soruyorum :

Merhaba, ben ehliyet alıcam da, Beylikdüzü dediler, doğru mu geldim acaba  ?”

“Burada şube yok, Büyükçekmece`ye bağlı bu bölge, sen devam et

Uluslararası ehliyetimi verip, Bakırköy ikametimle, Büyükçekmece damgalı “Beynelmilel” ehliyetime kavuşuyorum. Verdiğim sınav bu kez sadece,  "Beynelmilel" in "Beylikdüzü" olduğuna ikna olup,  boş yere Büyükçekmece`ye gidip gelmek oluyor.

Bir süre sonra İstanbul`da betonarme yaşam bizi sıkıyor, kardeşimle motosiklet almaya karar veriyoruz. Ama önce ehliyet almalıyız😊

Gidiyoruz en yakın ehliyet kursuna, bir kitapçık veriyorlar elimize ücreti mukabilinde. Bunu ezberleyin gelin diyorlar.

”Ya pratik eğitim ?” diyoruz, “Ha, o mu, isterseniz 1 saat”.

Ben : “Nasıl olur, derse gitmeden, ezberden, motor kazaları farklıdır, ona göre özel ilk yardım dersi almadan, pratik dediği 1 saat o da ekstra ücretli, olacak iş değil, motosiklet dediğin kimseden emanet de istenmez ki”

Kardeşim : “Takma kafana hallederiz, gel motor bakalım biz”.

Ben kitabı ezberlemeye, kardeşim motosiklet aramaya koyuluyoruz. Önceki arabalarım hep düz vites, ta ki Türkiye`ye döndüğümde, otomatik vitesli, bana göre mor, kardeşimin ise mavi olduğuna inandığı mor menekşeyi alana kadar.

Mor-Mavi Menekşe 
New York`tan mezun olup İstanbul`a döndüğümde, 2.el araba pazarına gidip bir araba bulmuştuk. Fiyatı, modeli, performansı tam istediğimiz gibi. Ben, rengini ayrıca sevmiştim, ama kardeşim hiç haz etmemişti bu durumdan. Arabanın bir özelliği de otomatik vites olmasıydı. Satıcı ile el sıkışıp Pazartesi teslim almak üzere anlaştık. O gün ne hikmetse kardeşim gelemedi teslimat törenine ve tek başıma gittim. İşlemleri yaptık, o esnada araba bir güzel yıkandı paklandı. Galerici ile karşılıklı Türk kahvelerimizi içtik, eleman geldi, "Araba hazır hanfendi” dedi. Kalbim pırpır, mor menekşem kapıda, kapı vızır vızır bir caddenin ortasında.

“Küçük hanım hemen atlayın, burası yoğun bir cadde”

“Oldu, iyi günler, teşekkürler”

Eleman bana eşlik etti, eliyle trafiği kesti, bindim arabaya, emniyet kemerimi taktım, araba çalışır vaziyetteydi zaten, vitesi takıp kalkacam, o da nesi ? Vites yok ! Tanrım, vites yok, 1,2,3,4,5,R. Nerede bunlar ? Arkamda kuyruk, dat dat kornalar, panikle camı indirip sesleniyorum elemanın arkasından, hayır hayır yırtınıyorum;



“Bakar mısınız ?, Lütfen bakar mısınız ? Yardıma ihtiyacım var.”(Ah kardeşim, neredesin, sen olsaydın bunlar başıma gelmezdi diye söyleniyorum, yine içimden)

Camlar otomatik, dükkan sağımda, ben sol camı indirip sağ tarafa bakarak  sesleniyorum. Beni duymaları mümkün değil. Ne kadar süre geçti hatırlamıyorum, şansa eleman tekrar kapıya çıktı, tespihini savuruyor, arabayı bıraktığı yerde, beni de çırpınırken  görünce yanıma geldi:

“Sorun mu var “hanfendi” ?

“Evet, ben otomatik vitesli araba kullanmadım hiç”

Nassıl yeaa ? Abla bak şimdi; P park, D düz, R geRi, öyle düşün. Sen şimdi at D`ye, “DümDüz “ gider  o zaten kendi kendine”

“Aaaaa gidiyo valla, ay dur, teşekkür de edemedim, duramıyorum, bye bye ”.

Mor menekşe ile o kadar alıştım ki otomatik vitese, kardeşime ısrar ediyorum, motosikleti de otomatik vites alalım diye. Bu ilk motosikletimiz, ortak kullanıcaz, "büyüyünce herkes kendine yakışanı alır" görüşündeyim.

"Trafikte dur kalk yaparken, bateri kullanmaktan farkı yok düz vites motosikletin, beyin loblarını full çalıştırman gerekiyormuş bi yerde okudum. Yorucu iş İstanbul trafiğinde" diyorum, hem de o yıllarda:). Darlıyorum da darlıyorum, sonunda "Tamam, tamam" diyor kardeşim.

Sonunda buluyor bizim için yaratılmış motoru, ZAT 150 😊


İlk motosiklet kaskım pembeymiş :)

Son motosiklet kaskım kırmızı kalpli :)




Ben : “Yalnız kanunsuz iş yapıyoruz bence”.

Kardeşim : “Ya biz trafiğe çıkalım demiyorum, ehliyetlerimizi alana kadar sınav için pratik yapalım diyorum, nereden motor bulup öğrenicez ?”

Ben : “ O da doğru ya, bulsak bile emanetin canı cebinde olur, ama beraber gidicez motosikleti teslim almaya, önlü arkalı geliriz eve, tamam mı ?”

Kardeşim : “Tamam”.

Yine bir Pazartesi teslim almak üzere el sıkışıyoruz motorcu galerici abiyle. Pazar gecesi kalbim yine pırpır, uyku girmiyor gözüme. Kardeşimin odasının kapısını tıklıyorum:

Ben : “Uyudun mu ?”

Kardeşim : “ Yoo”.

Ben  : “ Oğlum hem ehliyetimiz yok, hem motor kullanmayı bilmiyoruz, nasıl getiricez biz bunu eve ?”

Kardeşim : “Saçmalama, ben her şeyi düşündüm tabii.”

Ben : “Nasıl ya ?”

Kardeşim : “Günlerdir okuyorum, videolar izliyorum, kafamda her şeyi oturttum, güven kardeşine, çok kolay olacak bak gör “

(Aslında, 2 teker bisikleti de araba kullanmayı da ben öğretmiştim ona, her ikisi de "10 dakka" sürmüştü :), motosikleti de hemen çözerdi  şüphesiz, ama motorcunun dükkanı ile bizim evin arası "10 dakkaydı". Eve gidene kadar öğrenmesi gerekecekti her şeyi :), çok riskli buluyorum bu durumu).

Ben : “Sen saçmalama, kafasına oturtmuşmuş, öyle iş mi olur, gel biz bi nakliyeci bulalım, kamyona koyduralım, getirsinler eve kadar”

Kardeşim : “Abla ne diyorsun ya, hepi topu "10 dakkalık" yol için bu kadar tantanaya gerek yok, hallederiz, sen merak etme”

Ben : “ İyi tamam, peş peşe gidicez ama”

Sabah erkenden çıkıyoruz evden, motorcu galerici abinin dükkanda alıyoruz soluğu, işlemleri tamamlayıp teslim alıyoruz motoru. Kaskını giydiği gibi gazlayıp gidiyor benim canım Kardeşim. 

Motosikletçiye tacizin ilkini ve dahi kralını ben yaşatıyorum ona  trafikte 😊.Derhal dörtlülerimi açıyorum, kornaya basa basa gazlıyorum peşinden, ona yetişmek için. O basıyor ben basıyorum, o basıyor ben basıyorum. Allahım delirecem, el kol işaretleriyle arkama geçmesini istiyorum ama yok, görmüyor, kırmızı ışıkta yakalıyorum, gidiyorum yanına :

Oğlum napıyosun sen, geçsene arkama, ben sana yolu açıcam, seni korucam, geç arkama”

Kaskını sallıyor tamam der gibi. Dörtlülerim yanıp sönmeye devam ederken o kadar yavaş gidiyorum ki; arkamda kuyruk oluşuyor, kornalar dat dat. Bu kez kardeşim başlıyor bana el kol hareketleri yapmaya, yürüsene diye. "Böyle de içime sinmiyordu zaten, arkamda kaldığı için". Yavaşlayıp trafiği aksattığımdan, ya bir de sinirlenip arkadan vururlarsa kardeşime diye de korkuyorum ayrıca. 

Neyse, bir önünde,  bir arkasında "ama yanlardan korumasız kalıyor bu çocuk şimdi" endişelerimle sağ salim eve varıyoruz. 

Evin etrafında motosiklet kullanmaya başlıyoruz. Teorik sınavı takılmadan veriyoruz. Büyük gün geldiğinde,  kardeşim Zat150`de, ben mor menekşede peş peşe sınav yerine gidiyoruz. Yine malum kukalar dizilmiş, sekizler çiziliyor, park ediliyor, dairelerde dönülüyor. Sıra bize geliyor, bizim motorumuz var diyoruz, olmaz diyorlar, düz vitesle sınava gireceksiniz, bende terler boncuk boncuk, kardeşim diyor hallederiz 😊

Hallediyoruz.

Sıradaki ehliyetim dalış için oluyor. O zamanlar "Balıkadam Brövesi" şimdilerde muhtemelen "Balık İnsanı" veya "Dalış İnsanı" olmak için kolları sıvıyorum. Bu kez tam istediğim gibi ilerliyor her şey, bol bol teorik dersler, önce havuzda sonra denizde pratik eğitimler. Sonradan pek çok kez Dünya Rekoru kıracak olan, sevgili Cem Karabay hocamın ilk öğrencilerinden oluyorum. Şişli Sualtı Sporları Kulübü`nün kurucusu sevgili İhsan Polat hocamla (Nurlar içinde uyusun..) ve Cem hocamla, yurtiçi ve yurt dışında pek çok kez dalışlara katılıyorum.

Saros Körfezi, dalış eğitimi 


Kumburgaz`da "yazlıkçı" bir kız çocuğu olarak, denizin üstünde, kıyısında debelenerek başlayan deniz sevgim, denizin altını keşfetmekle daha da artıyor, bir dalışımda aklıma şu notu düşüyorum; 

"Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren ab-ı hayatın içinde yaşam buluruz. Bu iksirli su bizi korur kollar güvende tutar ve rahat hareket etmemizi sağlar. Suyun verdiği huzur hissi, varoluşumuzla gelen bir olgu ve bazılarımız bu içten gelen, genlerimize dokunmuş duyguyu asla kaybetmiyor, unutmuyor, seviyor ve özlüyor. Tam da bu yüzden, dalış yaptığınızda, sadece su ve nefesiniz ile akışkan hareketleriniz kocaman bir huzur ve içe, öze dönüş hissi veriyor; karadan seyretmesi bile yüzümüzü gülümsetir içimizi rahatlatırken, "su`yun" üzerinde, yanında,  yakınında yaşamak bambaşka mutluluk. Dünyaya geldikten sonra bize o huzur hissini veren iksirli suyun adı deniz olmalı".  


Kumburgaz, 1981 
(Sandalyede oturan bendeniz)


Yıllar yılları kovalıyor, sıra geliyor ADB ve KMT almaya !

Miço : "Yıllardır seyre çıkıyoruz, miçoluk yapıyorum, dümen tutuyorum, eh ben niye ehliyet almıyorum ?".

Kaptan : "Ne gerek var ? Ben varım işte !. Solo seyre mi çıkacaksın ?"

Miço : "Belli mi olur :)). Hayır, madem dümen tutuyorum, sınavını vermeli cebime belgemi koymalıyım".

Kaptan : "Al öyleyse".

Miço : "Ders çalıştıracaksın bana di mi ?. Sorularımdan sıkılmak yok, başından savmak yok !"

Bıkmak yok sözünü almamla birlikte; teknede, arabada, evde, telefonda durmaksızın sorular soruyorum Kaptan`a , kaptan da bana.

Orta sehpamız deniz, televizyon kumandalarımız tekne oluyor, bir nevi butik simülasyon eğitimi alıyorum  Kaptanımdan :)

Tabii hemen kardeşimi de ortak ediyorum bu projeme. Araştırıp öğreniyorum güncel uygulamanın nasıl olduğunu. Başlıyorum söylenmeye;

“Teorik dersler olmadan, temel de olsa pratik bilgiler almadan, “Kim 500 Milyar İster” `e son soruyu görmek için katılır gibi olmaz ki” diyorum, ama nafile, sistem ne diyorsa o. 

“Yok mu bunun kitabı ? “ diye bu kez hazreti  Google`a soruyorum. Kaptanın arşivi, Google`ın önerdikleri ile benim için sıkı ders çalışmalı günler  yeniden başlıyor. Kitaplar okuyorum, Kaptan`la tartışıyorum, yazıyorum, çiziyorum çalışıyorum da çalışıyorum.

“ Yahu en azından bi gayığa çıksak,  izbarço bağı atsak sınavda“ diyorum, kaptan bana bakıp gülüyor.

Tüm zorlu süreçleri tamamlayıp sınav gününe kavuşuyorum. Kardeşim beni yalnız bırakmıyor, sınav korkumu bildiğinden. Bodrum`un en güzel yerlerinden biri olan Denizciler Derneği`nde oturup sınav saatini bekliyoruz. Kardeşim mi ? Eski tabirle “Kapak açmadığından” benden bir hafta sonra girecek sınava. Bir hafta !. Kaç aydır kaptanımdan birebir ders alarak,  yardımcının yardımcısı kitaplardan destek alarak, testler çözerek çalışıp hazırlandığım teorik sınava, güzel kardeşim bir haftada hazırlanacak. Pes, diyorum kendisine, hiç ciddiye almıyor diye.

Neyse, sınav saati geliyor, kapıya kadar eşlik ediyor bana. Kalbim yine pırpır olmuş, okunmuş şeker uzatsalar avuç avuç yutacak haldeyim. Ne olur ne olmaz diye eski usul kalem kutum, kutumda silgim ve kalemlerim, bir şişe suyumla giriyorum sınava. Hesap kitap yaparken kullanmak için boş kağıt almıyorum yanıma, kopya çektiğim düşünülmesin diye, görevliden isteyeceğim nasılsa 😊

Dörderli gruplar halinde isimler okunuyor, zaten dört kişiyiz. İsmimi duyunca midem burkuluyor, giriyorum sınav odasına. Odada benden başka, 2 gözetmen, 2 genç delikanlı, bir de dayı. Dayının denizde geçen hayatı, benim yaşımdan fazlası.

Oturuyorum bana gösterilen bilgisayarın önüne. Görevli kamerayı gösteriyor, izleniyorsunuz diye, ben el sallıyorum refleks olarak, herkes gülüyor, ben ve dayı hariç.

Gençler bitirip çıkıyor hemen, dayı ve ben kalıyoruz gözetmenlerin gözetiminde. Son kontrollerimi yaparken göz ucuyla dayıya bakıyorum, dayı gergin, yakın gözlüğünü takmış, klavyeye eğilmiş, sağ işaret parmağını gezdiriyor klavyenin üzerinde, nereye bassam diye.

Kapıda bekliyoruz sonuçları. Yine bir bir isimler okunuyor, puanlar açıklanıyor. Ben geçmişim, dayı kalmış. Dayı bana bir bakış atıyor ki, sevincim yutakta asılı kalıyor, koşa koşa çıkıyorum binadan. Kardeşim karşılıyor beni, elinde “Kaptan” şapkası, sınavdan çıkmamı beklerken bana hediye almış.

“Abla, geçtin di mi ? “

“Yürü hadi, yürü”

“Nooldu ?”

“Yürü hadi uzaklaş, sok onu torbaya geri”

“Nooldu yahu söylesene”

“Anlatıcam, yürü sen hadi”

O odada bulunan bizlere, denizciliğin kitabını yazıp elden teslim edebilecekken, bilgisayarın başında, içinde kopan fırtınaya çaresiz ve sessiz kalan dayıya bahşedilen adaletsizlik utandırıyor beni. 

Denizi görmeden bahriyeli tezkeresi alan askerler gibi;

"Bakkaldan mı aldın ehliyeti ?" Hedef 1 milyon !  


Derneğe oturup birayla kutluyoruz yeni ehliyetimi, başımda kardeşimin hediyesi.

Sınav sonu, Bodrum 


Bir hafta sonra aynı yerde, bu defa ben bekliyordum kardeşimi, harıl harıl çalışıp 76 puanla geçtiğim sınavı, benim güzel kardeşim "1 hafta daha kapak açmadan 89`la geçti".

İşin başında, ne gerek var diyen kaptanım, belgelerimi aldıktan kısa süre sonra kendi telsiz ehliyetini kaybedince, benim KMT` ye kaldı :) 

Şimdilerde, denizcilikle ilgili Facebook gruplarında, paylaşımların altındaki yorumlarda, söz sahibi olabilmek için belki bir de Uzak Yol

Şaka şaka 😊

Ben yazımı yazarken, Teyzemin küçük oğlu Deniz aradı :

“ Günaydın teyze, ben ehliyet sınavımı geçtim” 

"Aferin çocuğum, ilk ehliyetini kutlarım, daha alınacak çok ehliyetin var"😊

Kara trafiğinde, onlarca trafik işaret ve uyarılarının içinden sürücülerin bildiği, "gerektiğinde" de dikkate almadığı ; 3 renk lamba ve park edilmez tabelası. Sözsüz, kırmızı çizgisiz uyarılar, anlayan olsa da, kafaya takılacak dertler gibi algılanmıyor. Akıllı kavşaklara giren akılsızlara, bir bir lambalar ekleniyor. Arabasına güvenenler, güçlü ve hızlı olan kazanır diyor. Aynı "akıl" denizde de karşına çıkıyor ;"Sen benim kim olduğumu biliyor musun ?" diyor; "Tabii ki biliyorum :)" diyorum.

Bu kez lafı çok uzattım, daha size nasıl Cessna kullandığımı bile anlatamadım.

Not: Çok eskilere gitmişim, bahsi geçen hadiselerin fotoğraflarını arşivimden buldukça eklerim.

Denizin altında, üstünde, yanında, yakınında olmanız dileğiyle..

Yelkenlievim ⛵

Yorumlar

  1. Sevgili Melda, Didim yolunda dev dalgalarin uzerinden hoplaya ziplaya giderken beni cok eglendirdin, dolaplardan gelen kirilan kadeh, tabak sangirtilari, devrilen kahve makinasi🙈 bile moralimi bozamadi😁Sen hep yaz🥰

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mykonos Makarnası !

Tekne Misafiri Bohçası !

Teknede Tuvalet !

Baş Üstünde Kadınlar !