Seni Seçtim Pikachu !
Kaptan: Bu nasıl ? (45 Feet, full donatılmış bir tekneden bahsediyor)
Miço: Dombili dosbaa !
Kaptan: Ama bu denizcidir, sağlam kabuktur, ilk
göz ağrımın markasıdır.
(İç sesim: Madem sordun kaptanım, içime
sinmedi, ısınamadım işte; neredeydi şu raf, hah evet buldum, hızla gerekçeli
karar dosyalarına ulaştım bile zihnimin arka planında ve şöyle şeyler söyledim;)
Miço: Başa mı dönüyoruz ? Yenilik iyidir, yenilik.
Bunun kıçı çok dombili, yusyuvarlak, dombili dosbaa bir şey bu. Hem
yine içi o renk (kiraz ağacı). Karanlık geliyor bana, daraltıyor ortamı sanki.
Şimdikinden pek farklı gibi de gelmedi, sanki büyümüyoruz, aynı gibi. Ha 41 ha
45, bence almaya gerek yok, böyle devam edebiliriz.
Kaptan : Ya bu ? (49 Feet, yine yeni başka bir tekne)
Miço : Merdiveni çok dik, master kabindeki banyosu
kocaman bir kütle gibi kamaranın ortasına kadar gelmiş, üstüme üstüme geldi
sanki, kokpitte alan dar. (Hede hödö, ık mık). Yani bilemiyorum, büyüyoruz ama
çok da heyecanlandırmadı.
Kaptan : Miço, bak ne buldum !
Miço : Offf platforma baaak, kokpitin genişliği, master kabini gördün mü?, Tuvalet ve duş ayrı tasarlanmış, şahane. Budur. İşte bu.
Seni seçtim Pikachu !
Böyle karar verdik :)
Tabii ki karar aşamasına gelene kadar, kaptanın yaptığı
araştırma, değerlendirme, yeni tekne alma fikrini akıl ve mantık süzgeçlerinden
geçirme sürecinden bahsetmiyorum. Seçenekler netleşince, benim için elemek
kolay oldu diyorum.
Karadaki ifadeyle bizimki; 3 oda 1 salon, açık mutfak. Yatak odası ebeveyn banyolu. Misafirlerimiz için de banyo ve tuvalet ayrıca mevcut.
Denizdeki ifadeyle; Beneteau Oceanis 48
Master kabinden başlarsak; bu bölümde en sevdiğim kısım duş ve tuvaletin ayrı olması. Duşun cam olması da genişlik hissini pekiştiriyor. Hem duşun yanında hem de tuvalette lavabo olmasını bazen gereksiz buluyorum, çünkü tuvaletteki lavabo alanı daraltıyor. Sonra bu düşüncemden vazgeçiyorum.
Yatak başında kullanılan büyük ayna iyi hareket, kamarayı çok
çok genişletiyor. Bolca dolap mevcut. Dolap paylaşımında son derece adil
davranıyorum, gerçekten :). Duşun içindeki dolapları havlular için
ayırdım. Yatağın etrafındaki dolapları ise ikiye böldüm ve bir taraf benim
diğer taraf kaptanın. Boy dolabını ise karma kullanıyoruz. Lavabonun altında
bulunan kapaksız bir boşluk var, oraya ne koyabilirim hala bulabilmiş değilim,
havlu koysam tozlanır, başka eşya koysam yelkende uçar gider.
Katalog çekimlerindeki gibi olmuyor teknede gerçek hayat
:)Hemen altındaki kapaklı dolapta ise çantalar, ayakkabılar var. Lavabonun
üstündeki aynalı kapağın ardındaki raflar tüm kişisel bakım ıvır zıvırlarını toparlıyor. Ama o
kapak ilk günden beri kapatılamıyor. Mıknatıslı bir çıtçıt meselesi var, ancak
tutturana kadar aynaya parmak izlerimden desenler çiziyorum, sonunda yine
olmuyor.
Tuvalette bulunan açık raflara kağıt havlu ve tuvalet
kağıtlarını koyuyorum, altındaki kapaklı dolapta da diğer hijyen malzemeleri,
yedek çöp poşeti, diş macunu gibi şeylerle dolduruyorum. Dolabın üzerine
yerleştirilmiş yatay vaziyette ahşap bir lata var, o da ilk günden beri düşüyor, ben
kaldırıyorum, o düşüyor, bir süredir kendi haline bıraktım, yatıyor. O da ben de rahat ettik böyle. Tuvaletin
ıslak zemin olmayışını sevmiyorum, bu konularda gelenekçiyim, “Banyo ve
tuvalet dediğin yıkanmadan temiz olmaz” inanışına mensubum; zeminde gider
olmadığından süpürmek ve silmekle yetinmek durumundayım.
Salona gelince, yemek masasının arkasındaki dolaplar benim,
kuru gıdalar için kullanıyorum ve oturma grubunun altındaki dolaplara ise su
yapıcımız el koymuş durumda. Oturma grubunun orijinal minderlerine lacivert
biyeli beyaz kılıflar yaptırdık ama kendilerini pek göremiyoruz çünkü; özellikle
uzun seyirlerde, yemek masasının altında, su ve diğer içecekleri stokladığım
için, masa arkasındaki kuru gıda dolaplarına, koltuklara basarak ulaştığımdan, kılıflar
çabuk kirleniyor, o nedenle ilk kılıflar kesmedi, beyaz havlu kumaştan ikinci
kat kılıf yaptırdık (Yoo, deli değilim).
Teknede televizyonumuz hiç olmadı, denizin üstünde 7/24 canlı
yayın mevcut olduğundan aklımızdan bile geçmedi televizyonumuzun olması fikri, ancak
izlemek istediğimiz bir film ya da spor müsabakası olursa beamer kullanıyoruz. Kışın
salon duvarına, yazın sprayhood`a astığımız perdeye yansıtarak yazlık
sinemamızı yaratıyoruz 😊
Teknede toz, kıl, tüy tutması ve ayak kaymasını önlemesi için kaydırmaz
paspaslar kullanıyorum.
Teknenin yatakları, evde kullandıklarımız gibi dikdörtgen ve standart ölçülerde olmadığından, özel olarak bu işi yapan ustalara diktirmek gerekiyor, çarşafları
gidip hazırından alamıyorsunuz. Kamaraların çarşaf, nevresim ve yastık
kılıflarını, Eminönü`nden kumaş alıp,
sonra da Didim`de tanıdığımız bir ustaya diktirmiştik, çok da memnunum. Fakat şimdiki
aklım olsa sadece çarşafları diktirirdim 😊
Harita masası ve etrafındaki dolaplar, koltuk altı dolapları
kaptanın. Farkındaysanız hiç yorum yapmadım, bana kalsa her şeyin elden geçmesi
ve düzenlenmesi şart. Kaptana sorsanız, onun kendine göre bir düzeni var😉
Geldik mutfağa !
2 adet buzdolabı mevcut. Öyle evdeki buzdolabınıza bakıp, vay be demeyin sakın. Karşısına dikilip, kapağı açıp, elini uzatıp istediğini alabileceğin türden değil bu dolaplar. Daha market alışveriş listeni yaparken ciddi ciddi plan program isteyen dolaplar. O nedenle tekneye gelen misafirin dolaplarımı ellemesinden haz etmem, dolaptan bir şey almak da yerine koymak da üzerinde düşünülmesi gereken iştir. Devrilen kaplar, dökülen yoğurtlar, akan sosları bilmem kaç derece sıcakta, her şeyi boşaltıp, yıkayıp, silip temizledikten sonra yeniden yerleştirmek çok da sevimli olmuyor. Özellikle teknedekiler şapır şupur denizde yüzerken:).
Üst dolabı içecekleri soğutmak için kullanıyorum. Alt dolabı ise yiyecekleri saklamak için. Ayrıca hem soğutucu hem de deepfreeze olabilen mobil bir dolabımız var. Tekneye gelen misafire göre görevi değişiyor. Mesela bizimkiler gelirse ekstra yeşillik, meyve, sebzeleri koruyor; başka bir misafir içinse buz kalıpları ile doluyor :).
Sabah akşam aynı tabaklarda yemek benim için sıkıcı; hem yumurtayı hem de makarnayı aynı tabakta yediğinde tüm yemekler aynı gibi geliyor, o nedenle iki set tabak kullanıyorum. İçkiye uygun kadeh olmasını da sevdiğimizden, epey bir kadeh, bardak stoğumuz var. Pek çoğu gibi biz de denedik, hemen hemen her yemek, her içki idare ediliyor ama bir tek rakı cam bardak istiyor. Dolayısıyla rakı kadehleri hariç tüm züccaciye işleri melamin, bambu, emaye. Güvenlik için böyle olmak zorunda. Rakı kadehlerimizin güvenliğinden tabi ki ben sorumluyum:).
Gazlı ocak için, biri yedek olmak üzere, iki adet piknik tüpümüz
olmasına rağmen gazımız sınırlı denizin üstünde ve tencere yemeklerini düdüklüde
pişirmek ocak kullanma süresini kısaltıyor.
Çaydan ziyade kahve sevdiğimizden, kapsül kahve makinemiz
mutfakta sevdiğimiz güzide parçalardan.
Peki canımız kızarmış ekmek isterse ne yapıyoruz ? İşte bunu
kullanıyoruz ;
Bulgaristan Türkü bir arkadaşımdan dinlemiştim ilk kez;
“Muhacir” dayı sınırın bu tarafına geçmiş, ortalık panayır yeri. Potansiyeli gören esnaf açmış tezgahı, tost yapıp satıyor. Bizim dayı gitmiş, gelmiş, dolanmış, düşünmüş, sonunda yaklaşmış tezgaha ve sormuş:
“Kaça kıstirisin be ya ?”.
Kettle yok mu derseniz, var tabii ama öyle evdeki gibi gelip geçerken bas tuşuna, sıcak su elimin altında olsun gibi bir durum söz konusu değil. Ya kara elektriğine bağlı olacaksın, ya da jeneratöre coşkuyu vereceksin.
3 gözlü gazlı ocağımın altında, gerektiğinde beşik gibi
sallandırabildiğim fırınım var. Fırın gazla, ben şevkle el ele verip çalışıyoruz mutfağımızda. Seç bir program, bas düğmesine olmuyor yine fırında da, mesela
ısıyı şu aşağıdaki ile takip edip ayarlıyorum. Zaten bir süre sonra öğrenip
alışıyorsun, sonra gelsin kekler, gitsin ekmekler.
Programını seçebildiğim bir bulaşık makinem var ama. Evdeki makinelerin yarısı kadar büyüklükte ancak 6 program seçeneği sunuyor bana. Bir başka lüksüm de güzel kızım Daisy. Müthiş bir kolaylık, rahatlık benim için. Kaptan tekneye kamarot alsa anca bu kadar yardımcı olur diyemem, yemekten sonra sofrayı toplayamıyor çünkü papatya kızım, hakkını da yiyemem çünkü hayatımı çok kolaylaştırıyor.
Yaşam biçimimiz nedeniyle eskiden sadece hafta sonlarımızı teknede geçirebilirken, daha sonraları bu süreler long weekend şeklini aldı, koşullar değiştikçe 2-3 haftalık kalışlar, derken artık Haziran dedi mi Bodrum`daki “Kışlık” kapanır, Eylül sonuna kadar “Yelkenlievim” yazlığı açılır oldu. İstanbul mu ? O bizim için “Kışlık, kışlık”. Kalorifer mevsimi göçebesi olduğumuzdan değil, işimiz olduğunda gittiğimizden :).
Hal böyle olunca, teknede geçirilen vakitler, teknede yaşanan aylara dönüştü ve konu geldi çamaşır makinesine. Teknede yaşam formuna gelene kadar, çamaşır meselesini laundry ile çözüyorduk. Beni çok da mutlu eden bir durum değildi de doğrusu;
“Ben 2 beyaz t-shirt, 8 kırmızı-pembe tonlarında kıyafet, 12 parça koyu renk verdim. Adamın makineleri 9 veya 10 kiloluktur. Benim 2 beyazı ayrı yıkar mı ? Yoksa başkalarının beyazlarıyla birlikte mi yıkıyordur ? Kaç parça vermiştim ? Pijamamın üstü nerede ? Hangi deterjanla yıkıyorlar ? Kurutması var ama yazın elektrik tasarrufu için asarak kurutuyordur ? Asarken yere düşürdükleri nereye düşürüyor olabilir ?” gibi Başak burcu kafasıyla kendi kendime yorumlar yapıyordum.
Her laundry`nin getirdiği çamaşırın da kokusu farklı oluyordu.
Deterjan kokusu da değil, yani biri Yumoş, diğeri Vernel, yok efendim şunlar hanımeli kullanıyor , öteki melisa alıyor dükkana değil; farklı, kendine has bir koku
geliyordu çamaşırlardan paketleri açınca. Bu endişelerin yanı sıra maliyetler
de az değildi doğrusu. Bir de ben her şeyi yıkamayı sevdiğimden faturalar
kabarık oluyordu. Zamanla kendimi eğittim tabii, karada, uyurken kaptanın
altından çarşafı söküp alan, makineye atan ben, denizde kıyafetleri hakkını
vererek kullanıp, kirliye öyle atmayı öğrendim. Sayılır :)Sonuç mu
? Aşağıda !
Muhteşem çamaşır makinem !
Vileda kovasından hallice bu arkadaş epey iş görüyor. Su tüketimi biraz fazla, onun da çaresini zamanla buluyorsun tabii. Biraz da nazlı çalışıyor ama olsun, nazlı derken üstünde 2 düğmesi var, biri açma kapama, diğeri zamanlama; döndür babam döndür, evirip çeviriyor çamaşırları. Zaman zaman gücü yetmediğinden el yordamıyla desteğe ihtiyaç duyuyor, o esnada ben destek verirken kovadaki su çalkalandıkça, işte o iki düğmeden su çıkabiliyor. Böyle olduğunda fişi çekip güneşte kurumaya bırakıyorsun, sorun çözülüyor. Yazın, sancak kıç kamaradan uzatma kablosuyla teknenin kıçındaki platforma kuruyorum düzeneğimi, atıyorum çamaşırlarımı, “15 dakka”, uzanıyorum yanına, alıyorum kitabımı, o döndürürken ben kitabımı okuyorum. Bittim de demiyor, kitaba dalmışsam, aklıma gelmeyi bekliyor sessizce. Kalkıyorum, bir parti daha atıyorum, bu kez “15 dakka” yüzme hakkımı kullanıyorum. Kurutmayı çarmıha gerdiğimiz halatlarla hallediyorum. Bir baştan asarken, diğer taraftan topluyorum. Biraz Nuh`un Gemisi görüntüsü veriyor olabiliriz, ben yine de özen gösteriyorum, aklıma estiği gibi her koyda ve her saatte yapmıyorum çamaşır yıkama işini. Şöyle bakışlarla karşılaşmamak için ;
Tüm bu temizliği severim, yıkamadan edemem, çamaşırları şöyle yaparım diye geniş geniş anlatmamın sebebi, bana bu rahatlığı veren su yapıcımız. Deniz suyunu arıtıp kullanma suyu haline getiren makine, birkaç dolabı işgal etmeye mal olsa da iyi ki var. Bu demek değildir ki suyumuz sınırsız, elbette usturuplu bir tüketimle ama konforlu bir yaşam sürmek için teknede büyük mutluluk kendisinin varlığı.
Nerede kalmıştık ?
Ah, evet mutfak !
Bolca mutfak dolabımız var demiştim değil mi? Teknede yaşam
süremiz arttıkça, ihtiyaçlar ve konfor arayışımıza paralel, aynı oranda dolap
sayımız artmadığından, mutfağa en yakın iskele kamaraya yavaş yavaş sızmış
bulunmaktayım. İskele kamarada bulunan iki kapaklı dolaptan biri yedek
nevresim, çarşaf vb için, diğeri de mutfak eşyaları için tam zamanlı hizmet
vermeye başladı uzunca süredir. Yatağın üstü adeta “yüklük”, “kiler”, “yaz
oyuncakları deposu”, “çamaşır odası” , "yerine göre vestiyer" haline dönüştü. Tekne kalabalıksa ve o
kamarada da birini yatırmam gerekiyorsa, eşyaları bir kenara toplayıp, 1
kişinin yatabileceği tünel açıyorum, o da halloluyor.
Sancak kıçtaki kamara her daim kullanıma hazır, ha onun dolapları
da kışın polar battaniye vb ile dolu 😊.
Misafir banyomuzdaki hani o çok merak edilen aynalı dolaplarımız
deterjanlar için ayrılmış durumda. Viledamı duşun içinde tutuyorum, misafir duş
alacaksa dışarı alıyorum. Misafirlerimiz tekneye yazın geliyor çoğunlukla,
onda da “Aman tenim tuz görsün” deyip ya duş almıyor ya da kıçta duş
almayı tercih ediyor genellikle.
Salon zemininde bulunan farşların altındaki dolaplar yine benim gıda saklama alanlarım.
Biraz stokçuyum demeyelim de; karacı, kıçtan
karacı değil, daha çok alargacı olduğumuzdan, yedekleme dürtüme engel olamıyorum
diyelim.
Çok uzattım ?
Hadi kestirmeden dışarı çıkalım. Kokpitteyiz !
Oy burası çok güzel. Yelkenlievim`in en sevdiğim alanlarından biri kokpit ve platformu.”Bağzı” 51 ve 54`lerde bile olmayan bir genişlik söz konusu. Yazları, kaptanın ve bazı misafirlerin favorisi uyumak için kokpit oluyor. Platform, zaten bu tekneyi almamız için bizi ateşleyen önemli nedenlerden biri. Görür görmez “Yaşarım ben burada” dediğim alan. Öyle de yapıyorum. Kah çamaşır makinemi kurup yanına yatıyorum, kah patates soğan soyuyorum, kah günbatımında içkimi içiyorum, misafirlere denizden çıktıktan sonra “Denizden çıkınca, platformda takılın biraz da suyunuz süzülsün” diyebiliyorum :)
Kaptan, bir önceki teknemizde her gördüğü boşluğa minder yaptırdığından,
bu kez tövbeli olduğu için kemere ve baş üstünde minder sayımız sıfır, evet
yazıyla da rakamla da 0. Önceki teknede sezon sonu toplanan minderler,
halk plajında yoktur, o derece çok ve yer kaplıyordu yani. Dolayısıyla kemerede
toplaşmak, güneşlenmek için herkes kendi havlusunu yanına alıp altına sermek "suretiylen" çözüm üretmek zorunda. Ben çıtayı daha da yükseltip, belki de Kaptan`ı
protesto ettiğimden, yağlı değilsem eğer, direkt fibere atıyorum kendimi. Bir
tür hamam kesesi, zımpara kağıdına oturmuşum hissi, bıraktığı iz ciltte pötikareli. Pötikareyi kim sevmez ki ? :).
Yelkenlievim , 2016`da Fransa`da doğdu, kara yolu ile geldi, Tuzla`da suya atıldı ve Türkiyeli oldu.
O dönemde, mevcut teknemiz Marmaris Turgut`ta bağlıydı. Yeni teknemizi Tuzla`da teslim alacağımızdan, 41 feet tekneden çıkan eşyalarımızı kolileyip, kamyonla İstanbul`a gönderdik. Evet kamyonla :).
Yıllardır İstanbul-Bodrum arası eşyalarımızı taşıyan nakliyecimizi aradım. Böyle böyle, şu kadar koli var, şu tarihte taşıyalım dedim, önce tamam dedi sağ olsun, sonra ertesi gün aradı:
"Abla, bi tane aracım çıkıyor, senin eşyaları önceden alsam, Ümraniye`deki depoma koysam, istediğin tarihte tekrar yükleyip getirsem, olur mu ? dedi. "Olur dedim". Turgut-Tuzla arası, nakliye için baya baya ev taşıma parasına anlaştık. Ne koltuk, ne beyaz eşya, koli koli giyim kuşam, plastik tabak çanak. Neyse, yollamış birini, taşıdık kamyona. Bizim koliler gitti Ümraniye depoya.
Bu arada yeni teknemiz Tuzla`ya geldi ve donatılmaya başlandı. Muhteşem bir ekiple, çok eğlenceli ve heyecanlı günler geçirdik Tuzla Marina`da. Sorunsuz sıkıntısız her şey tamamlandı. Ekip hala söyler, “En keyifli teslimatlarımızdan biriydi” diye.
Tekne artık eşyaları yerleştirmeye hazırdı.
Aradım bizim nakliyeciyi, tam adresi vericem:
"Abla, elemanım yeni, adresi bulamaz şimdi, bir zahmet bizim depoya git, peş peşe gidiverin adrese kadar", ona da "Olur" dedik.
Gittik depoya. Baktık ki bizim teknenin kolileri deponun her yerine saçılmış, kimileri ıslanmış, ezilmiş, içki şişelerinin bazıları kırılmış vaziyette. Onu da sineye çektik. Neyse, peş peşe geldik kamyonetle Tuzla Viaport Marina`ya. Başladık kolileri kamyonun yanına indirmeye. Bizim keyfimiz kaçtı ama bir şey demiyoruz, tekne yeni, uzun seyre çıkıcaz, aman tadımız kaçmasın diye diye geldik işin kuyruğuna ama şoförün de tadı keyfi yok. Bir derdi var gibi, bir şey de dediği yok.
Sonunda çıkardı baklayı ağzından:
"Abla siz önce Tuzla`da teslimat demişsiniz (Kiim?) , sonra eşyaları depoya koydurmuşsunuz (Beeen?) , hem depoda yer kiralama parası (Eeee) , hem depodan buraya (Eliyle tekneleri göstererek) getirmek için ekstra yol parası (Alla, alla) var, verecen mi?
Yeni eleman çabuk kavramış işi. Suçumuz günahımız yokken, Tuzla’dan Turgutreis’e seyrimiz boyunca pruvamızın neta olmasını, nakliyecinin yeni elamanından alabileceğimiz türlü bedduaya bağladığımdan; “lahmacunsa lahmacun, fazladan paraysa para” ne istediyse veriyorum.“Başımızın gözümün sadakası olsun, aman tadımız kaçmasın” misali, haksız talepler de olsa geri çevirmiyorum yeni elemanı.
Neyse, fazladan ne kadar istediyse verdik "yeni elemana" da ayrıca bir para, hiç bir şey taşımasını da beklemedik, yeter ki gitsin dedik, yolladık. Patronu arayıp tadımı da kaçırmak istemiyorum o arada, onunla sonra hesaplaşıcam diyorum/sanıyorum.
Bir güzel yerleştik. Son hazırlıklarımızı da tamamlayınca, çözdük halatları çıktık yola, Bodrum`a doğru seyre. Daha marinadan ayrılmadan bizim nakliyeci aradı;
Nakliyeci : "Abla sen bu eşyaları tekneye götürmek için aldırmışsın"
Ben : "Evet"
Nakliyeci : "Abla ben İstanbul`daki eve gidiyor sandımdı "
Ben : "Ne fark eder ? "
Nakliyeci : "Abla ama tekne olayı farklı oluyor bizde"
Ben : " Nasıl yani ? Eve taşısan, kamyondan indirecen, asansöre taşıyacan, asansörden indirecen, eve taşıyacan ; ama marinaya taşımanın farkı var haklısın; yeni adamın dümdüz çekek sahasına kamyonetle girdi, kamyonetin tepesinde, eli belinde dikildi bizi seyretti, kolileri kendimiz indirdik, üstüne depolama parası, depodan marinaya ekstra yol parasını aldı, lahmacununu da yedi, bastı gitti, "
Nakliyeci : "Abla, ama bu marin nakliye işine giriyor, farkını vermen lazım"
Ben : Sizce ne demiş olabilirim ? :)
Kaptanın minderlerden sonraki yeni tövbesi de; "Bir daha tekne alırsak, eski ve yeni tekneyi bordalayıp anca öyle taşınırız" oldu. Aksi halde bu eşyaları tır dorsesinde taşımamız gerekebilir, gayet haklı buldum kendisini bu çıkışında. İki gemi yan yana nasıl haydayabiliriz onu da bilemiyorum, günü gelirse buluruz bir çaresini.
İlk yazımdan şu bölümü hatırlıyor musunuz ?
“Teknede yaşamın
benim için ne büyük bir mutluluk, duruma gözlemci olanlar içinse nasıl bir
delilik olduğunu, bir kadın gözüyle çok ama çok uzun zamandır aklımın içinde
kendi kendime anlatırken, hatta kendimi kendimle sohbet ederken buluyorum.
Arada bir dinleyen bulursam, anlamadığını anlasam da kendimi karşımdakine
anlatırken buluyorum.”
Bu paragraftan “Delilik” kelimesini cımbızlarsak eğer ; şu an karadaki evimizdeyim, çamaşır ve kurutma makinem program bittiğinde cep telefonuma uyarı gönderiyor, eve doğru yolda araba kullanırken yine cep telefonumdan talimat verip klimaları istediğim dereceye ayarlayıp, evi soğutabiliyorum. Fırınımın her katı aynı anda farklı yemekleri pişirebiliyor.(Not: Lenin`in mozolesi gibi, koyu renk granitle kaplı, ultra, elit, ayrıcalıklı, fantastik ve bombastik bir Bodrum evinde yaşamıyoruz !.)
Deliliğin deniz hali ise tüm bu kolaylıkları göz ardı edip, teknede yaşamı çekilir olmaktan çok çok öteye taşıyor. Kimine zorluk olarak görünen, bana eğlence gibi geliyor.
Şimdilerde Kaptanla en büyük eğlencemiz, elimizde metre ile tekne içinde dolaşıp ölçü almak, ne için mi ?
Denizin altında, üstünde, yanında, yakınında olmanız dileğiyle..
Yelkenlievim ⛵
Yorumlar
Yorum Gönder